Düşündüren İlginç Hikayeler

Konusu 'Serbest Bölüm' forumundadır ve AHMET ESEN tarafından 10 Ocak 2009 başlatılmıştır.

  1. AHMET ESEN

    AHMET ESEN Active Member Üye

    Yolumuzdaki Engeller.. (Hikaye)

    Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine
    kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu.
    Bakalım neler olacak?.
    Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları,
    saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene
    kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler.
    Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar
    vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir
    köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
    Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı
    ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı
    ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden
    sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin
    durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu
    vardı içinde.

    "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.

    Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.

    "Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."
    Osman Efendi (Hikaye)
    Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
    İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
    Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir,
    gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.
    Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.
    Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri
    gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.
    Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de
    bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri
    uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler.
    İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin
    tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa
    Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan
    baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
    Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da
    apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre
    moda, Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca
    profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.
    Sonuç:
    Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman
    Efendiye ağrı kesici iğneler verilir, ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde-
    geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader"
    denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır
    ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
    Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi
    Berber Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş
    ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
    Berber Mehmet bir an düşünür. "Beyim?" der, "Sakın sizin burnunuzda kıl
    dönmüş olmasın" Bir bakar, "Hah işte der. "Kıl dönmüş." Osman Efendinin
    şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı
    çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya
    koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın
    ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
    Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar
    koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman
    Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması
    geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp
    gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o
    zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına
    gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır
    ve ona bir servet bağışlar.

    BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR :

    1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar Berber
    Mehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.

    2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.

    3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.

    Bir Küçük Tebessüm (Hikaye)

    Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme
    adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava
    içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta
    teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı,
    yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her
    öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş
    bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu.
    Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her
    zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.
    Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazından
    aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra,
    bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak
    tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek
    yavrusunu görünce, kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin
    soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha
    kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar
    sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle
    bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra
    bütün apartman halkı. Anneler, babalar dumandan boğulmak
    üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.

    Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan
    bir TEBESSÜMSÜN sonucuydu.
    Bill Gates

    Bill Gates Microsoftsun bir seminerinde bilgisayar
    sektöründeki gelişmenin hızını anlatmak için şöyle bir
    benzetme yapmış.
    "Eğer Volkswagen firması son 25 yıl içinde bilgisayar
    sektörü kadar hızlı gelişmiş olsaydı bugün 500 dolara
    alacağımız arabalara 25 dolarlık benzin koyup dünya turu
    atmamız mümkün olacaktı"
    Birkaç gün sonra VW firmasının bir basın açıklaması yayınlanmış.
    "Eğer otomotiv sektörü Bill Gates in işletim sistemi gibi
    gelişmiş olsaydı, her alacağımız arabada tek koltuk olacak,
    diğer koltuklar için ekstra lisans parası ödemek zorunda
    kalacaktık; arabamız sadece bizim ürettiğimiz benzinle
    çalışacak; gösterge tablosundaki tüm ikaz ve uyarı
    ışıkları yerine üzerinde
    ARABANIZ GEÇERSİZ BİR İŞLEM YÜRÜTTÜ VE KAPATILACAKTIR
    yazan tek bir lamba olacaktı. Ayrıca her kazadan sonra
    arabanın hava yastıkları açılmadan önce bir düğmenin üzerinde
    HAVA YASTIKLARI AÇILACAK EMİN MİSİNİZ
    diyen bir ışık yanacaktı"
     
  2. AHMET ESEN

    AHMET ESEN Active Member Üye

    İNSANLIK DERSİ (Gerçek Hikaye)
    Ünlü İtalyan sinema sanatçısı Vittorio de Sica bir TV
    röportajında anlatıyor :

    İtalya' da Napoli' nin kenar mahallelerinden birinde,
    bir Cafe-Bar da, espressolarimizi içiyoruz.İçeri giren
    müşterilerden biri, barmene "due caffee, uno sospeso"
    (iki kahve, biri askıda) diyor, iki kahve parası
    veriyor, bir kahve içip gidiyor, barmen de tezgahın
    üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kağıt
    asıyor.

    Biraz sonra iki kişi içeri giriyor: "due caffee e un
    sospeso" (iki kahve
    ve bir askıda) diyorlar, üç kahve parası verip, iki
    kahve içip gidiyorlar,
    barmen gene bir küçük kağıt daha asıyor tezgahın
    üstündeki çiviye...

    Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyor.
    Derken üstü başı biraz eski, püskü, belli ki fakir biri
    bardan içeri
    girdi, barmene "un caffee sospeso" (askıdan bir kahve)
    dedi, ve barmenin hazırladığı kahveyi içip, para
    ödemeden çıkıp gitti. Barmen de tezgahın üzerine
    asmış olduğu kağıtlardan bir tanesini aşağı indiriverdi...
    Gerçek Sevgi (İbretli hikaye)
    Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü
    edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim
    demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları
    çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine.
    Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş
    kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş bu kaşıkların
    ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. Peki
    demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun
    geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.
    En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
    Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım
    yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar
    gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun
    boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak
    içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
    sofradan işte demiş ermiş, 'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini
    görür ve doymayı düşünürse,o aç kalacaktır. ve kim kardeşini düşünür de
    doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da
    unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.
    DUNYADA TURKCE BILEN HERKESE!!!

    "Osmanlı 600 yıl durdu durdu da tam Rus'larla savaşırken, tam
    düşmana değil müttefike ihtiyacı olduğu zaman mi Ermeni'leri
    kesmeye karar verdi?"
    MAHKEME SORULARI
    Aşağıdakiler mahkemelerde avukatlar tarafından
    sorulmuş sorulardan derlenmiştir. Avukatlarımız
    (özellikle de bizim tanıdıklarımız!!) hiç alınmasın
    lütfen, çünkü bu sorular amerikan mahkemelerinde sorulmuş
    ve yanıtlanmış, sadece türkçeye çevrilmiş..

    1. "Uykusunda ölen bir insan, ertesi günün sabahına
    kadar bunun farkına varamaz, değil mi doktor?"
    2. "En genç olan oğlunuz, hani su 20 yaşında olan, kaç
    yaşındaydı?"
    3. "Resminiz çekilirken orada mıydınız?"
    4. "Yalnız mıydınız, yoksa kendi başınıza mıydınız?"
    5. "Savaşta öldürülen kardeşiniz miydi yoksa siz miydiniz?"
    6. "Sizi öldürdü mü?"
    7. "Çarpışma esnasında araçlar arasında ne kadar mesafe vardı?"
    8. "Oradan ayrılana kadar orada mı kaldınız?"
    9. "Kaç kere intihar etmeyi başardınız?"
    10. Soru: "8 ağustosta mı hamile kaldınız?"
    Cevap:"Evet."
    Soru: "peki o anda siz ne yapıyordunuz?"
    11. Soru: "Üç çocuğunuz var, değil mi?"
    Cevap: "Evet."
    Soru: "Kaçı erkek?"
    Cevap: "Erkek yok."
    Soru: "Hiç kızınız var mi?"
    12. Soru: "Merdivenler alt bodruma iniyor dediniz, değil mi?"
    Cevap: "Evet."
    Soru: "Peki bu merdivenler yukarı da çıkıyor muydu?"
    13. Soru: "Bay ___, geçen yaz kusursuz bir balayına çıktınız,
    değil mi?"
    Cevap: "Evet, Avrupa'ya..."
    Soru: "Eşiniz de sizinle geldi mi?"
    14. Soru: "İlk evliliğiniz niçin sona ermişti?"
    Cevap: "Ölüm sebebiyle."
    Soru: "Kim ölmüştü?"
    15. Soru: "Şüpheliyi tarif edebilir misiniz?"
    Cevap: "Orta boyluydu, sakalı vardı."
    Soru: "Erkek miydi yoksa kadın mi?"
    16. Soru: "Bugüne kadar kaç ölü üzerinde otopsi yaptınız, doktor?"
    Cevap: "Bugüne kadar ki bütün otopsilerimi ölüler üzerinde yaptım."
    17. Soru: "Bütün cevaplarınız sözlü olmak zorunda, anlaştık mi?
    Şimdi, hangi okula gidiyorsunuz?"
    Cevap: "Sözlü."
    18. Soru: "Otopsiye başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz?"
    Cevap: "Aksam 8:30 civarında başladık."
    Soru: "Bay___ o esnada ölü müydü?"
    Cevap: "Hayır, sandalyeye oturmuş neden otopsi yaptığımı merak ediyordu."
    19. Soru: "İdrar örneği verme imkanınız var mi?"
    Cevap: "Kendimi bildim bileli yapabilirim."
    20. Soru: "Otopsiye başlamadan önce Bay .....'nin nabzına
    baktınız mi doktor?"
    Cevap: "Hayır."
    Soru: "Kalbini dinlediniz mi?"
    Cevap: "Hayır."
    Soru: "Nefes alıp almadığını kontrol ettiniz mi?"
    Cevap: "Hayır."
    Soru: "O halde siz otopsiye baslarken Bay ___ hala yaşıyor
    olabilir, değil mi?"
    Cevap: "Hayır."
    Soru: "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, doktor?"
    Cevap: "Çünkü adamın beyni masamın üstünde bir kavanozun
    içindeydi."
    Soru: "Yine de hasta hala yasıyor olamaz mıydı?"
    Cevap: "Evet, hatta şu anda bir mahkeme salonunda avukatlık
    yapıyor olabilir."
     
  3. AHMET ESEN

    AHMET ESEN Active Member Üye

    MİLLETÇE KÖTÜMSER MİYİZ? (Gerçek Hikaye)
    Büyük gazetelerimizin birinde yönetici semineri veren uzman
    Türklerin dünyada en kötümser milletlerden biri olduğunu iddia
    etmiş. Peşinden küçük bir test yapmış. Bitişik sözcüklerden
    oluşan aşağıdaki cümleyi birkaç saniyeliğine gösterip yöneticilerden
    okumalarını istemiş:
    "THEGODISNOWHERE"
    Katılımcıların hepsi bu cümleyi:
    "THE GOD IS NO WHERE"
    diye okumuş. Yani "Tanrı hiçbir yerde değildir" seklinde.
    Uzman acı aci gülümsemis... "Tam bekledigim gibi" diye mirildanmis.
    Bati ülkelerindeki seminerlerde katılımcılar bu cümleyi söyle
    okurlarmış:
    "THE GOD IS NOW HERE"
    Yani: "Tanrı şimdi burada"...
    Bilgisayar acemisi (Komik Gerçek Olay)

    WordPerfect'in yardım hattında banda alınmış bir telefon
    konuşması. Bu konuşma sonrası helpdesk elemanı isinden
    kovuluyor. Kovulduktan sonra da şirketi kendisini
    "Gerekçesiz" isten çıkardığı için mahkemeye veriyor.
    İşte Telefon Konuşması :
    - Yardım hattı, buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
    - Bir sorunum var.
    - Nasıl bir sorun?
    - Yazı yazıyordum, birden bütün kelimeler gitti?
    - Gitti mi?
    - Yok oldu!
    - Ekranda şu anda ne görüyorsunuz?
    - Hiç bir şey.
    - Hiç bir şey mi?
    - Yazdığım hiç bir şey ekrana çıkmıyor.
    - Hala Wordperfect programında mısınız yoksa
    programdan çıktınız mı?
    - Bunu nereden bileyim?
    - Ekranda bir "C" harfi görüyor musunuz?
    - Bir "hece" mi...
    - Boş verin. Ekranda yanıp sönen bir çizgi var mi?
    - Söyledim ya hiç bir şey yazmıyor.
    - Monitör üstünde yanan bir lamba var mi?
    - Monitör ne?
    - Ekranı olan yer, televizyon gibi... Çalıştığını
    gösteren küçük bir lamba var mi?
    - Bilmiyorum.
    - Monitörün arkasına bakın, oraya bir elektrik kablosu
    giriyor olması lazım. Görebiliyor musunuz?
    - Evet.
    - Harika, o kabloyu takip edin duvarda elektriğe bağlı
    mi bana söyleyin.
    - Bağlı
    - Harika. Monitörün arkasına bakınca bağlı olan tek
    kablo mu gördünüz, yoksa iki tane mi?
    - Görmedim.
    - Tekrar bakar mısınız, ikinci bir kablonun da bağlı
    olması lazım.
    - Evet buldum.
    - Tamam, simdi onu takip edin bilgisayara bağlı mı
    diye bakin.
    - Kabloya ulaşamıyorum.
    - Ulaşmayın, bağlı mı diye bakabilir misiniz?
    - Olmuyor.
    - Bir şeyden destek alıp eğilip bilgisayarın arkasına
    baksanız....
    - Eğilmek dert değil, karanlık olduğu için
    bakamıyorum.
    - Karanlık?
    - Ofisin ışıkları kapalı, pencereden gelen ışık
    yetmiyor.
    - Ofisin ışıklarını yakın.
    - Yanmaz.
    - Neden?
    - Elektrikler kesik.
    - Elektrikler mi kesik. Tanrım...!(kısa bir sessizlik)
    Bilgisayarın kutusu, kitapları herşeyi duruyor mu?
    - Evet dolapta.
    - Simdi bilgisayarı sökün , aynen aldığınızdaki gibi
    paketleyin ve aldığınız dükkana iade edin.
    - Durum bu kadar kötü mu?
    - Korkarım öyle!
    - Peki tamam. Onlara ne diyeceğim?
    - "Ben bilgisayar kullanamayacak kadar aptalım"
    diyeceksiniz...
    MARANGOZ (Hikaye)

    Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. işveren
    müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve
    eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yasam
    sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette
    özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki.
    Müteahhit iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine
    bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti.
    Marangoz kabul etti ve ise girişti, ne var ki gönlünün
    yaptığı iste olmadığını görmek pek kolaydı. Bastan savma
    bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini
    adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..
    işini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi.
    Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi,
    "sana benden hediye". Marangoz soka girdi. Ne kadar utanmıştı!

    Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu
    böyle yapar miydi! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi
    hayatimizi kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız ise elimizden
    gelenden daha azını koyarız. Sonra da, soka girerek, kendi
    kurduğumuz evde yasayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek,
    çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

    Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar
    ya da bir duvar dikersiniz. "Hayat bir kendin yap tasarımıdır"
    demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve secimler, yarin
    yasayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun.,
    Kovadaki Çatlak (Hikaye)
    Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir
    sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su
    taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam
    olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine
    ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken,
    çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını
    eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca
    her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde
    patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş.
    Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı
    çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine
    getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.
    İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın
    kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum
    ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..."
    diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..."
    Kova cevap vermiş. "Çünkü iki yıldır çatlağımdan
    su sızdığı için tasıma görevimin sadece yarısını
    yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı
    sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam
    karşılığını alamıyorsun." Sucu söyle demiş.
    "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki
    çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de
    tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir
    yanandaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş.
    Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını
    kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine
    sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş.
    "Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu
    ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını
    fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin
    kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun
    senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün
    biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki
    yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla
    patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle
    olmasaydın, o evinde bu güzellikleri
    yaşayamayacaktı."
    * * *
    Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır.
    Hepimiz aslında çatlak kovalarız.
    Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez.
    Kusurlarınızdan korkmayın. Onları sahiplenin.
    Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu
    bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep
    olabilirsiniz.
    "İnsanlarla birlikte büyüseler bile,
    kurdun eniği yine kurt olur."

    Sadi Sirazi
    ÜÇ SORU
    Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi: "Eğer bir
    işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en
    önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."
    Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim
    kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim
    olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük
    bir mükafat vereceğini ilan etti.

    Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar
    birbirinden tamamen farklı çıktı. İlk soruya cevap olarak; kimileri her
    hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların
    yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak
    gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "her şey tam zamanında
    yapılabilir".
    Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar
    verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş
    olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler.

    Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse
    etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin
    imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona
    yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

    Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi
    imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir
    kişi anında kara verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler
    olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca
    sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen,
    sihirbazlara danışmalıdır.

    İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en
    fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar;
    bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir
    kısmına göre ise savaşçılardı.

    Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları
    dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta
    ustalaşmak; daha başkaları da dinî ibadet dediler.

    Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini
    kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama halâ doğru cevapları aradığı
    için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya kara verdi.

    Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan
    başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek
    kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü.
    Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp
    yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek
    tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz
    ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak
    çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu. Kral yanına gelip şöyle dedi.

    "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru
    şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum,
    dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir?
    En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?"

    Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya
    devam etti.

    "Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."
    Münzevi, "Sağolun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh
    kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa
    ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve şöyle dedi: "Biraz dinlenin; bir
    parça da ben çalışayım." Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam
    etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya
    başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi: "Ey bilge
    kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap
    vermeyeceksen, söyle de evime gideyim". Münzevi, "Buraya koşarak birisi
    geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın
    koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin
    altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine
    inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın
    üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral
    yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla
    sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir tey
    istedi.
    Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş hava
    soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak
    yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya
    daldı.

    Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki
    eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.
    Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle
    dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın
    uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,
    zayıf bir sesle. Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey
    yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam.
    "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden
    öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye
    gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama
    akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya
    yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp
    yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı
    sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise
    hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz
    olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin
    beni." Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu
    kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve
    kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca
    mallarını iade edeceğine de söz verdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının
    önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap
    vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarda, bir gün
    önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu. Kral ona yaklaştı
    ve şöyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa
    yalvarıyorum!"
    Yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini
    kaldırıp krala baktı ve, "Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek
    istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı
    münzevi.
    "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız,
    gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda
    kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti;
    en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra
    bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz
    vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan
    ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için
    yaptıklarınızdı." "Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: Tek önemli vakit
    vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o
    zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz
    odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini
    bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya
    gönderilmesinin tek sebebi budur.",

    700 YILLIK ALTIN ÖĞÜT

    Aşağıda Osman Bey'e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütleri
    anlatan bir yazı. Çok hoşuma gitti. Neredeyse 700 yıl önce
    söylenmiş ama hiç mi hiç eskimemiş. Tüm zamanlar için geçerli.

    "Oğul insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
    Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın,
    ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah
    rüzgarında savrulur gidersin...
    Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve
    iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük
    değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler,
    görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına
    çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
    Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere
    dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme,
    bildin bilme.

    Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.

    Üç kişiye acı:
    * Cahiller arasındaki alime,
    * Zenginken fakir düşene,
    * Hatırlı iken itibarını kaybedene.

    Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
    Haklı olduğunda mücadeleden korkma.

    "Bilesin ki atın iyisine DORU,"
    "Yiğidin iyisine DELİ derler."
    Tahta Perdedeki Çivi
    Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona
    çivilerle dolu bir torba vermiş. " arkadaşların ile tartışıp
    kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak"
    demiş.
    Genç, birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış.
    sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve
    geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki
    hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden
    tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden başlayarak
    tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden
    bir çivi çıkart (sök)" demiş.
    Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası
    ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık
    çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
    Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir.
    Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Bir çatal bir arkadaşlara
    (bu cümle anlaşılmıyor) sokabilirsin ve çıkartabilirsin, Arkadaşına
    bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen
    kalacak(kapanmayacak). Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir.
    Seni güldürür yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur
    seni dinler sana yüreğini açar" demiş.
     
  4. guvercinurfa

    guvercinurfa Well-Known Member Yönetim Üyesi

    paylasımın için teşekkürler ahmet
     

Sayfayı Paylaş